Dünya büyük bir balığın üzerindeymiş

ilhan arsel kuranin elestirisi nun dunyanın balik uzerinde yaratilması

ilhan arsel kuranin elestirisi nun dunyanın balik uzerinde yaratilması

Kuran’daki anlatıma göre, Tanrı, yerküreyi bir “döşek” yapmış ya da uzatıp döşemiş ve dağları da birer çivi yapmıştır ki, yer oynamasın ve sarsılmasın diye (örneğin bkz. Nebe’ Suresi, ayet 6-7; Rad Suresi, ayet 3)! Bu vesileyle Kalem Suresi’nin ilk iki ayetinde yer alan “Nün” sözcüğüne ve bu sözcükle ilgili hadislere göz atarak şeriatçıların bilimsellikle ilgili iddialarının ciddiyetle ne kerte [derece] bağdaşmaz olduğu konusunda fikir edinmek mümkündür.

Gerçekten de bu ayet aynen şöyledir:

“Nün; kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki, ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli değilsin” (Kalem Suresi, ayet 1-2).

Görüldüğü gibi burada Tanrı, Muhammed’in deli olmadığını anlatmak için, “Nün; kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki…” diyerek yeminler etmekte! Burada geçen “Nün” sözcüğünün ne olduğu bilinmez. Tanrı adlarından biri olduğunu söyleyenler yanında “kalemdir” ya da “balıktır” diyenler vardır. Güya bu büyük bir balıktır ki, yerküre (arz) onun üzerine oturtulmuştur!

İbn-i Cerir İbn Abbas’tan rivayete göre, güya Tanrı’nın yarattığı ilk şey “tefem“dir ve kalem yaratılınca bütün olacak şeyler oluşmuştur, sonra buhar yükselmiş ve ondan da gökler yaratılmış ve “yerküre” (arz) onun sırtına döşenmiştir; sonra yerküre hareket etmiş, derken ıstırapla çalkandığı için dağlarla tutturulmuştur. Bundan dolayıdır ki, dağlar yerküreye karşı hep övünür olmuşlardır!

Yine Muhammed’in söylemesine göre -ki İbn Abbas’tan rivayettir-, güya Tanrı ilk olarak “kalemi” yarattıktan sonra, ona “Yaz!” diye emretmiştir ve kalem de kıyamete kadar olacak şeyleri yazıvermiştir. Ve sonra Tanrı su üzerinde “Nûn”u “halk etmiş [yaratmış]”, onun üzerine de yerkürenin kabuğunu örtmüştür!

Bazıları da Muhammed’in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Tanrı Nûn’u yarattıktan sonra onun üzerine yerküreyi (arzı) yayıp döşemiştir.” Nün, bundan ıstırapla deprendiği [sarsıldığı] için yerküre çalkalanmaya başlamıştır. Bu şekilde dağlar oturtulup onlarla tutturulmuştur. Bazı yorumcular bunu, üzerinde yerkürenin bulunduğu “Hut” (büyük balık) olarak tanımlamışlardır.

Yine benzeri bir rivayete göre, güya Tanrı önce yerkürenin kabuğunu (ve canlılardan başka yarattıkları), “Nün” maddesinin üzerine kabuk halinde yayıp döşemiş ve bu şekilde yerküre ortaya çıkmıştır. Fakat, her taraftan bu şekilde sarılmış olan “Nün”nefes alamayınca, tıpkı nefesi tıkanmış bir balık gibi ıstırapla deprenmeye başlamıştır; bu deprenme yüzünden zelzeleler meydana gelmiş ve bu yüzden yerkürenin sathı [yüzeyi] çalkanıp yarılarak volkanlar oluşmuştur; volkanlar yüzünden etrafa saçılan yerküre dalgalarından dağlar yaratılmış ve bu şekilde dağlar oturdukça, yerküre oturulabilecek bir yer haline gelmiştir! Yani dağlar, yerkürenin deprenmesini, oynamasını, sarsılmasını önleyecek nitelikte oldukları için birer “çivi” işini görmüşlerdir.

Ve işte Kur’an’ın ilim kaynağı olduğunu söyleyenlere göre, Tanrı, “Biz yeri (arzı) bir döşek, dağları da birer çivi (evtad) yapmadık mı?” (Nebe1 Suresi, ayet 6-7) diyerek bunun böyle olduğunu bildirmiştir!

Öyle bir bildiri ki, akılcılığın hiçbir şekline olanak tanımamakta!

-İlhan Arsel (Kuran’ın Eleştirisi s.82-83)

Hz. Ömer’in Kuran’a etkisi

arif tekin kuranin kokeni hz omer bedr esirler enfal 68

arif tekin kuranin kokeni hz omer bedr esirler enfal 68

Ömer’in, -en önemlisi- Kuran’ın oluşturulması konusunda Muhammed’i şu veya bu şekilde Muhammed’i etkilediğini görüyoruz.. Ömer’in bu yönüyle ilgili açıklamalara geçmeden önce, onun görüşlerine uygun veya onun önerilerini tasdik eder [onaylar] mahiyette inmiş olan ayet sayısı hakkında var olan görüşlerle ilgili değişik yazarlardan toplu bir bilgi sunmaya çalışalım:

İbn-i Asakir (ö. hicri 571) “Kuran ayetleri inerken Ömer’in de görüşlerine yer verilmiştir; onun görüşleri de nazarı dikkate alınmıştır” deyip bu konuda çok önemli bir açıklama getirirken; İslam camiasında çok önemli bir üne sahip olan İmam Suyuti (ö. hicri 911), “Kuran’ın 21 ayeti Ömer’in görüşlerine uygun, onları doğrular mahiyette inmiştir” diyor ve ekliyor: “Oysa bu sayıyı 30’a çıkaranlar da vardır.” Yine en azından adı geçen yazar kadar İslam camiasında ünlü olan İbn-i Hacer Askalani (ö. 852-h), bu konuda bir hadis aktararak, “Kuran 15 yer Ömer’in görüşlerini doğrulamıştır” diyor. Bu konuda en çarpıcı örnek, Ömer’in oğlu Abdullah’tan geliyor. Abdullah, aynen şöyle diyor: “Herhangi bir konuda babam Ömer ayrı, halk da ayrı karar verseydi, o tartışmalı konuda gelecek olan Kuran ayeti, ille de babamın görüşlerini doğrular mahiyetteydi.” İmam Şeybani de Fedailü’l İmameyn adlı yapıtında, “Kuran’ın ayetleri, 21 konuda Ömer’in görüşleri doğrultusunda inmiştir” diyor. İmam Mücahit ise şöyle diyor: “Bazen Ömer fikir belirtildi, Kuran ayetleri de ona göre inerdi.”

-Arif Tekin (Kuran’ın Kökeni s.53)

Bedir Esirlerine Karşı Ömer’in Tavrı ve Gelen Ayetler

İbn-i Abbas anlatıyor:

“Bedir harbinde esir alınan 70 müşrik hakkında Muhammed, Ebu Bekir ve Ömer’den görüş istedi. Ömer hepsini kılıçtan geçirmeyi teklif etti ve şunu ekledi: ‘Ali kendi ağabeyi olan Akil’i öldürsün; ben de kendi yakınlarımı öldüreyim’ (Ömer, burada birçok isim sayıyor. Yani, herkes esir düşen kendi akrabasını vursun) dedi. Buna karşılık Ebu Bekir ise, ‘Bu esirlerden fidye alıp serbest bırakalım’ dedi. Netice itibariyle Muhammed tarafından Ebu Bekir’in görüşü benimsendi. (Yani esirler, fidye karşılığı serbest bırakıldı.)”

Görüldüğü kadarıyla Muhammed, Ömer’in görüşünü çaresizlikten dolayı reddetmiştir. Çünkü belirtildiği gibi, her Müslümanın bu esirler içerisinde akrabaları vardı. Bu esirlerin öldürülmesi, Müslümanlar içerisinde vahim sonuçlar doğurabilirdi. Kaldı ki, Muhammed’in de hem amcası Abbas, hem de damadı (kızı Zeynep’in eşi) ve başka akrabaları da bu esirler arasında bulunuyorlardı. Demin de söylendiği gibi, sonuç itibariyle tutsaklar fidye karşılığı serbest bırakıldılar. Bu arada Ömer’in öne sürdüğü teklif uygulanmadığı için en azından kendi içinde rahatsız olduğu muhakkak. Çünkü Ömer söylediğini ille de yaptıran bir kişiliğe sahitp, kolay kolay onun sözü yerde kalmazdı. Sonunda bu olayın vuku bulduğu dönem içinde Enfal Suresi’nin 67. ve 68. ayetleri indi. Bu ayetlerde, “Yeryüzünde ağır basıp küfrün belini kırıncaya kadar, hiçbir peygambere, esirleri bulunması, yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, (size) ahireti istiyor. Zira Allah azizdir (yani, dostlarını düşmanlarına galip kılar), hakimdir (Dünyanın mı ahiretin mi daha hayırlı olduğunu o çok iyi bilendir). Allah’tan bir yazı (kaderinizde sizi affetmek) geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden ötürü (size) mutlaka büyük bir azap dokunurdu” deniyor.

Evet durum ortadadır. Ömer, bu esirlerin öldürülmesini istiyordu. Ebu Bekir ile Muhammed ise fidye karşılığı esirlerin serbest bırakılmasından yanaydılar. Ömer’in görüşünün kabul edilmesi, büyük bir katliama neden olacaktı. Oysa böyle bir durum hem pratik siyaset, hem de oluşturulacak genel prensipler açısından sorun yaratacaktı. Gerçek uygulamada ise, siyaseten ve ilkesel olarak daha ılımlı bir yol izlendi. Ancak, Ömer’in görüşünün burada dışlanmış olmasına karşılık, gelen ayette, söz konusu olayda yanlış karar verildiği dile getirilmekle birlikte, Allah, bağışlayıcı niteliğinden dolayı Muhammed ve Ebu Bekir’i de affetmiş oluyordu. Böylece hem siyasi bir hata işlenmemiş, hem de Ömer’in dargınlık ve küskünlüğü de gelen bu yeni ayetler giderilmiş oluyordu.

Daha sonra Muhammed bu ayeti açıklarken ağlamaklı bir biçimde, “Eğer bu ayetlerle Allah bizi affetmeseydi, hepimiz cezalandırılacaktık; yalnız Ömer ve Sad bin Muaz kurtulacaklardı” diyor. Halbuki Ömer, fidye değil, onların öldürülmesini tercih ediyordu. Buna rağmen inen ayet, Muhammed’in verdiği o insani karara yanlış; esirleri öldürmek isteyen Ömer’in fetvasına da doğru diyordu.

-Arif Tekin (Kuran’ın Kökeni s.60-61)

Muhammed’in cinsel hayatı üzerine

ilhan arsel seriat ve kadın muhammed cok evlilik gazali

ilhan arsel seriat ve kadın muhammed cok evlilik gazali

İbn İshak, İbn Hişam, İbn Sa’d, Gazali, Tusi, İbnü’n Nefis ve daha niceleri, Muhammed’in şehvetinin bolluğunu Tanrısal bir özellik olarak belirtmekte birbirleriyle yarış etmişlerdir. İbn Sa’d, Kitabu Tabakatu’l Kebir adlı yapıtında bu konuya tüm bir bölüm ayırmıştır. İmam Gazali, İhyau-Ulumi’d-Din adlı yapıtında sahabenin zahitlerinden olan Abdullah b. Ömer’in rivayeti olarak Muhammed’in sınırsız bir şehvet gücüne sahip olduğunu belirtmek için, oruçlu zamanlarında ve genellikle akşam vakti yemekten sonra ve çoğu kez namazdan önce cinsi münasebet ile iftar ettiğini sonra yıkanıp namaz kıldığını nakleder ve bunu tüm Müslüman erkeklere “uygulanması gereken güzel bir örnek” olarak takdim eder..


İbnü’n Nefis, Risaletu’l-Kamilliye adlı kitabında, Muhammed’deki şehvet çokluğuna ve onun cinsel yaşamındaki aşırıklıklara övgüler yağdırmış, haremini fazla sayıda kadınlarla doldurmuş olmasını ve bu kadar çok sayıdaki kadını cinsel bakımdan doyurmasını ve böylesine sonsuz bir şehvet gücüne sahip bulunmasını Muhammed’in peygamberliğinin işareti saymıştır.

Yüzyıllar boyunca Kuran yorumcuları ve din adamları aynı temayı işlemişler ve Muhammed’in gece ve gündüz cinsi münasebette bulunmayı gelenek edinmesini, çoğu zaman bir saatlik bir süre içerisinde tüm karılarını ziyaret ederek onlarla yatmasını “Tanrı elçisi” adına iftihar [övünme] vesilesi saymışlardır.

-İlhan Arsel (Şeriat ve Kadın s.385-386)

Muhammed’in Türk düşmanlığı!

turan dursun din bu-1 muhammedin turk dusmanligi kitalut turk

turan dursun din bu-1 muhammedin türk düşmanlığı kıtalut türk

Muhammed’in Türk düşmanlığı

Kendilerini “müslüman” sayan “Türkler”i Muhammed, “müslüman” saymak şöyle dursun; “düşman” diye ilan etmiştir. İslam dünyasında en sağlam kabul edilen hadis kitaplarında da bu var. Başlı başına bir bölüm olarak. Bölümün adı da çok. İlginç: “Kıtalu’t-Türk”. Anlamı da: “Türklerle öldürüşmek (savaş)”. Buhari’de, Ebu Davud’da ve Tirmizi’de bölümün adı bu. İbn Mace’de “Babu‘t-Türk”, yani “Türkler Bölümü”. Müslim’deyse, “Kıyamet alametleri” arasında yer alıyor.

Muhammed, “Peygamberliğinin bir kanıtı” olarak, gelecekten haber verirken, Kıyametin bir alameti olarak Türklerle nasıl çarpışılacağını, müslümanların, Türkleri nasıl öldüreceklerini de anlatıyor. Hem Türk diye ad vererek, hem de tarif ederek, yüzlerinin, gözlerinin, burunlarının, derilerinin, renklerinin nasıl olduğunu anlatarak. Anlaşılan o ki, Türkler konusunda kendisine bir takım bilgiler verilmiş. Muhammed’in anlatmasına göre, “Türklerle öldürüşme”, taa “Kıyamet”e dek söz konusu. Kıyametin bir alameti olarak da müslümanlar, yeryüzündeki Türkleri öldürüp temizleyecekler. Yoksa kıyamet kopmayacak. İşte hadislerden bir kesim:

– Müslümanlar, Türklerle öldürüşmedikçe, kıyamet kopmayacaktır. Yüzleri kalkan gibi, üst üste binmiş (kalın) derili olan bu toplumla…. kıl giyerler.”( Bkz. Müslim, e’s-Sahih, Kitabu’l-Fiten/62-65, hadis no:2912; Ebu Davud, Sünen, Kitabu’l-Melahim/9 Babun fi Kıtali’t Türk, hadis no: 4303; Nesei, Sünen, Kitabu’l-Cihad/ Babu Gazveti’t-Türk…)

-“Siz (müslümanlar), küçük gözlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan toplumla öldürüşmedikçe kıyamet kopmayacaktır.” (Buhari, e’s-SAhih, Kitabu’l-Cihad/96; Müslim, e’s-Sahih, kitabu’l-Fiten/62 hadis no: 2912; Ebu Davud, Sünen, hadis no: 4304; Tirmizi, h. no: 2251; İbn Mace, h. no: 4096-4099)

“KITALU’T-TURK” HADİSLERİNDEN. “Türklere karşı kıtal [savaş], kesinlikle olacak.”… (Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’l-Cihad/96)

“Şu da kıyamet alametlerinden: Kıldan (keçe) ayakkabı giyen bir toplumla vuruşup öldüreşeceksiniz. Geniş yüzlü, yüzleri kalkan gibi, üst üste derili toplulukla vuruşmanız-öldürüşmeniz kıyamet alametlerindendir. Siz (müslümanlar), küçük gözlü, kızıl yüzlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz.”( Bkz. Buhari, e’s-Sahih, kitabu’l-Cihad/95; Müslüm, e’s-Sahih, Kitabu’l-Fiten/66, hadis no: 2912; İbn Mace, h.no: 4097-4098).

– “Sizinle (siz müslümanlarla), küçük (çekik) gözlü toplum, Türkler savaşacaktır. Siz onları, üç kez önünüze katıp süreceksiniz. Sonunda Arap Yarımadası’nda karşılaşacaksınız. Birincide, onlardan kaçan kurtulur. İkincide kimi kurtulur, kimi yok edilir. Üçüncüdeyse onların tümü kırılacaktır.”(Ebu Davud, sünen, hadis no: 4305.)

Muhammed’in, bugün kendisine “Peygamberimiz, efendimiz” diyen Türklere bakışı tutumu budur işte.

-Turan Dursun (Din Bu-1 Tanrı ve Kuran s.239-240)

Ay İkiye Bölünüp Yere Düşmüş!

turan dursun din bu-1 ay ikiye yarilip yere dusmus sakkul kamer

turan dursun din bu-1 ay ikiye yarilip yere dusmus şakkul  kamer

Ay İkiye Bölünüp Yere Düşmüş

İslam’da Şakku’l-Kamer (Ay’ın bölünmesi) Mucizesi diye ünlü “mucize”yi birlikte göreceğiz:

Kamer Suresinin 1. ayetine, Diyanet’in resmi çevirisinde şöyle anlam verilir:

“Kıyamet saati yaklaşır, ay ayrılır.”

Bu çevirideki “yaklaşır, ayrılır” ayetteki sözcüklere uymuyor. Ayette, burada, “geçmiş zaman” kipi kullanılıyor. Bu nedenle, doğrusu: “Yaklaştı, ayrıldı.”dır. “Ayrıldı”yerine de ayetteki “inyakka” sözcüğüne uygun olması için “bölündü”, ya da “parçalandı” demek gerekir. Diyanet’in çevirisi, burada, “akıl ve bilim dışılığı örtmek” amacıyla, sözcükler kendi anlamlarının dışına çıkarılarak, daha sonraki ayetler, ayrıca açıklayıcı hadisler gözardı edilerek yapılmış bir “yorum”a, ibnü’l-Cevzi’nin yorumuna (Bkz. tefsiru ibnü’İ-Cevzi, 8/89.) dayanmakta. Bu yorum, tefsircilerce kabul edilmez. (Bkz. M.Ali Sabuni, Safvetu’t-tefisir, 3/284; Hizin, 4/226.)

Bu durumda ayetin doğru çevirisi şudur:

“Kıyamet (saat) yaklaştı; ay bölündü (parçalandı) :”

Bunu izleyen iki ayetin anlamı da şöyle: “Onlar bir mucize gördüklerinde; yüz çevirirler ve: ‘sürüp giden bir büyüdür.’ derler. Yalanladılar ve kendi eğilimlerine uydular. Her şey, yerini bulur.” (Kamer: 2-3.)

Görüldüğü gibi ayetlerde açıkça, kıyametin yaklaştığının da bir belirtisi olarak, Ayın bölündüğü ve bu mucizeyi, inanmazların yalanladıkları” anlatılıyor.

Bu ayetlerin anlattığı olayı aktaran hadislere bakalım.

Gökteki Ay mı, Arabistan’daki Hira Dağı mı daha büyük?

İlkokul öğrencileri bile böyle soruyu saçma bulur, değil mi? Ama hadiste anlatılana bakılırsa bu soruya saçma dememek gerek.

Malik Oğlu Enes anlatıyor:

“Mekkeliler, Peygamberden bir mucize göstermesini istediler. Peygamber de onlara ayı ikiye bölünmüş olarak gösterdi. Öylesine ki, onlar, Hira Dağı’nı, bu iki parçanın arasında görüyorlardı.” (Bkz. Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’1-Menakib/36; Müslim, e’s-Sahih, Kitabu St- fati’l- Münafdun/46-47, hadis no: 2802.)

Abdullah İbn Mes’ud anlatiyor:

“Peygamberle birlikte Mina’daydık. Birden ay iki parçaya bölündü. Bu parçalardan biri, dağın arkasında, biri de dağın beri yanında kaldı. İşte o sırada Peygamber. Bakın da tanık olun!’ dedi.” (Bkz. Buhari, es-Sahih, aynı yer; Müslim, e’s-Sahih, aym yer, hadis no: 2800.)

Düşünün. İnanmazlar, Muhammed’den, peygamberliğini kanıtlamak için bir mucize istiyor.

Tanrı da Muhammed’e güç veriyor. Muhammed mucizesini gösteriyor: Şu gökteki, şu Amerikalıların ayak bastığı, şu bildiğimiz AY, iki parçaya bölünüyor.

Parçalanan Ay, YER’e düşüyor. Yeryüzünün UFACIK BİR BÖLGESİNE sığınıyor. Düştüğünde orada, kimseyi EZMİYOR.

Ay böylesine ufakmış ki: Hira dağı ondan daha büyük. Çünkü geriden bakınca, Hira Dağı, AY’ın iki parçası arasında gözükebiliyor!

Ve düşünün: Böyle bir “olay”ı bile, Mekkeliler bir mucize saymıyor. “Olay”a tanık oldukları halde!

Ve dünyanın her yanından gözüken şu ay, o sırada ikiye bölünüp yere düşüyor da, dünyanın hiçbir yerinde, kimse farkında olmuyor. “Olay”ı ne gören oluyor, ne de yazan. Muhammed’in Sahabilerinden başka… Ayrıca: Ayın “bölünmesi”, haber verilegelen kıyametin yaklaştığının bir kanıtı oluyor.

Yukarıdaki ayet ve hadislere göre, bütün bunlara “inanmak” gerekiyor.

-Turan Dursun (Din Bu-1 Tanrı ve Kuran s. 221-222)

Çokeşlilik ve Muhammed’in Ali’ye karşı çıkması

ilhan arsel seriat ve kadin hz ali fatima evlilik

ilhan arsel seriat ve kadin hz ali fatima evlilik

Hatırlatalım ki, Muhammed, Arap psikolojisini herkesten iyi bilen bir kimseydi. Arap bedevisinin şehevi ihtiyaçlarını en cömert ve cazip yollardan gidermenin ve aynı zamanda kadını aşağılatmanın, yani bir taşla iki kuş vurmanın “çokkarılı evlilik” sistemiyle sağlanabileceğini bilirdi. Kadını küçültücü ve erkeğe köle edici her sistemin (hele bu sistem aynı zamanda şehvet arzularını da karşılıyor ise), Arap bedevisini mutlu kılacağını takdir ederdi. Nitekim kadını dövülecek, sövülecek ve hakir görülecek bir yaratık halinde tutmaya matuf [yönde] hükümlere sarılırken, aynı zamanda çokkarılı evlilik geleneğini de işler halde tutması bundandır. Arap bedevisinin bu düşüncelerine vakıf olduğu içindir ki, çokkarılı evliliği en makbul kişi olmanın yolu olarak gösterir ve,

“(İslamda) en makbul kişi (En faziletli kul), fazla sayıda kadınla evli olan kişidir”

diye salık [tavsiye] verirdi. Fakat yine bunun gibi, aynı çatı altında ve bir tek kocaya bağlı olarak diğer kadınlarla birlikte yaşamanın her kadın için fevkalade haysiyet yıkıcı, aşağılatıcı ve azap verici bir şey olduğunu da çok iyi bildiği içindir ki, müminlere şu öğüdü verirdi:

“Bir kadını aşağılatmak istiyorsan evine (evlendiğin kadının üstüne) başka bir kadını daha al.”

Bu sistemin kadın bakımından ne kadar azap verici olduğunu bildiği içindir ki, canı kadar sever gördüğü kızı Fatima’yı bu azaptan uzak kılmak istemiş ve damadı Ali’nin Fatima’dan gayrı başka bir kadınla evlenmesine izin vermemiştir. Bilindiği gibi Fatima, Muhammed’in ilk eşi olan Hatice’den olma ve sağlığında hayatta kalan tek evladıdır. Her ne kadar diğer eşlerinden başkaca kız çocukları olmuş ise de, bütün kızları arasında Fatima’ya karşı özel bir ilgi duymuştur:

“Fatime benim bir parçamdır; kim ki Fatima’ya kötülük eder, tıpkı bana etmiş gibidir; kim ki onu hoşnud eder, beni hoşnud etmiş olur”

derdi. İbn Hanbel’in Müsned (IV, 326) ve Belazuri’nin Ansab’ul-Eşraf adlı yapıtlarında bununla ilgili hususlar açıklanmıştır.

Böylesine düşkün göründüğü Fatima’sına varını yoğunu vermekten ve hiç kimseye karşı göstermediği cömertlikten kaçınmadığını söylenir. Örneğin Hicaz’ın zengin vahalarına sahip olduğu zaman bunların büyük bir kısmını Fatima’ya tahsis etmiştir.

Ve işte bu çok sevdiği kızını Muhammed, yakın akrabalarından Ali ile evlendirmiştir.

Ali bir süre boyunca Fatima’ya fazlasıyla bağlı kalmış ve fakat her şeye rağmen haremine yeni kadınlar katmak istemiştir. Çünkü Fatima’yı tek karı olarak görmek bıkmaya başlamıştır. Tıpkı diğer başka kocalar gibi o da çeşitli kadınlarla yatıp kalmak arzusuna kapılmıştır. Hele kayın pederi olan Muhammed’in birbirinden güzel kadınlarla keyif çıkardığını görmekle aynı mutluluğa kendisini de pek olarak layık görmüştür.

İşte bu heves içerisinde hayaller kurarken günlerden bir gün Ebu Cehl’in kızını gözüne kestirir ve güya ondan evlenme teklifi aldığını ve gönlünün eğilimlerine kapıldığını ileri sürerek onunla evlenmeye karar verir. Ne var ki, bu haberi duyan Muhammed küplere biner; çünkü eğer Ali başka bir kadınla evlenecek olursa, sevgili kızı Fatima’nın buna çok üzüleceğini ve başka kadınlarla aynı çatı altında yaşamaktan dolayı azap çekeceğini bilir. Derhal halkı camide toplar ve Ali’nin bu evliliğine razı olmayacağını bildiren bir hutbe irad eder ve şöyle der:

“Ali İbn Ebu Talib’in (kızım Fatima’dan başka) bir kadın almasına izin vermeyeceğim, meğer ki [şu durum haricinde] kızımı boşamış olsun. Fatima benim bir parçamdır ve onu üzüntüye sokacak olan her şeyi beni de üzer.”

Bazı kaynaklar Muhammed’in bu davranışını, kızına olan sevgisine değil ve fakat Ebu Cehl’e olan husumetine hamlederler ve derler ki Ebu Cehl’i kendisine düşman bildiği içindir ki, Ali’nin başka bir kadınla evlenmesine engel olmuştur. Oysa ki bu yanlış bir değerlendirmedir; çünkü eğer öyle olmuş olsaydı, daha önce Zeyd’i, Ebu Cehl’in kızıyla evlendirmezdi.

Fakat her ne olursa olsun olay şudur ki, Ali, Muhammed’in direnmesine karşı fazla bir şey yapamayacağını anlayarak bu evlilikten vazgeçer ve söylendiğine göre Fatima’nın ölümüne kadar başka bir kadınla evlenmeyi düşünmez.

Bununla beraber sanılmamalıdır ki, Fatima ile yetinme zorunda kalmıştır. Hayır! Cariye edinmek suretiyle başka kadınları koynuna alma kolaylığından ömrü boyunca yararlanmıştır.

-İlhan Arsel (Şeriat ve Kadın s.356-358)

Kuran’da Allah’ın bizzat Velid bin Muğire’ye hakaret ve lanet etmesi

ilhan arsel kuranin elestirisi-1 velid bin mugire muddessir suresi

ilhan arsel kuranin elestirisi-1 velid bin mugire muddessir suresi

Kur’an’ın Müddessir Suresi’nde, Tanrı’nın şöyle konuştuğu yazılıdır:

“Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen biliyor musun sekar nedir? Hem (bütün bedeni helak eder, hiçbir şey bırakmaz) hem (eski hale getirip tekrar azap etmekten) vazgeçmez o. İnsanın derisini kavurur. Üzerinde on dokuz (muhafız melek) vardır…” (Müddessir Suresi, ayet 26-30).

Şeriatçılar ve onlara inanan kimi saf “aydınlarımız”, bu ayetlerde yer alan “19”sayısında “mucizevi” bir anlam yattığını, çünkü bununla Kur’an’ın, Tanrı sözleri olduğunun kanıtlandığını söylerler; yüzyıllar boyunca insanların bu “19”sayısı konusunda tartıştıklarını, fakat bir türlü gerçeğe varamadıklarını, nihayet bugün artık bilgisayar sayesinde bir çözüm sağlandığını iddia ederler. Çünkü, Kur’an’da. 114 sure bulunduğunu ve bunun “19”sayısının tam katı olduğunu belirtirler; ya da Kur’an’daki bazı deyimlerin “19”sayısıyla eşdeğer sağladığını söylerler. Söylerken de, bilerek ya da bilmeyerek, Kur’an’ın içeriğinden habersiz görünmek bir yana, bir de akılcı düşünceye ters tutumlarını bir kez daha ortaya koymuş olurlar. Bir kere Kur’an’da 114 sure bulunduğunu ve bunun “19” sayısının tam katından oluştuğunu öne sürerlerken, sureler sayısının kesinlik arz etmediğini, nitekim bu sayının 112, 113 ya da 116 olduğunun öne sürüldüğünü düşünmezler. Gerçekten de, Süyuti’nin yapıtlarında belirtildiği gibi, Enfal ve Beraet (Tevbe) surelerini bir sayarak Kuran’da 113 sure olduğunu söyleyenler yanında, Felak Suresi ile Nas Suresi’ni Kur’an’dan saymayıp, sure sayısının 112 olduğunu öne sürenler (İbn Mes’ûd’un mushafında olduğu gibi) ya da iki “kunut”duasını Kur’an’dan sayıp bunları birer sure olarak ekleyerek Kur’an’ın 116 sureden oluştuğunu söyleyenler (Übey b. Ka’ab’ın mushafında olduğu gibi) vardır. Kur’an’daki ayet sayısına gelince, bunun da 6000 olduğunu söyleyenler yanında 6666 olduğunu söyleyenler de vardır ki, “19”sayısının tam katı olmakla ilgisi yoktur. Fakat, cehennemdeki muhafız melekler sayısının “19”olarak saptandığını belirten Müddessir Suresi’nin ilgili ayetlerini dikkatlice okuyup akıl süzgecinden geçirdiğiniz takdirde, 19” sayısında “mucize” ya da “keramet” yattığını kabul etmek şöyle dursun, söylenenlerin aklı dışlayan verilerden ve çelişkilerden oluştuğunu görmekle şaşkına döner ve muhtemelen kendi kendinize sorarsınız: “Acaba bu sözler, Kur’an’ın Tanrı ‘dan gelme olduğunun kanıtı sayılabilir mi?”

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Beyzavi, Zemahşeri ve Süyuti gibi en sağlam İslam kaynaklarının bildirmesine göre, Müddessir Suresi’nin yukarıya aldığımız ayetleriyle Tanrı’nın, cehennemde 19 muhafız melek bulunduğunu belirterek, “Ben onu sekara (cehenneme) atacağım” dediği kişi Velid b. Muğire’dir. Çünkü, güya Velid, Muhammed’i “sihirbazlık” ile suçlayan, onun hakkında “delidir” diyen kişidir. Biraz yukarıda gördüğümüz gibi, Kur’an’ın Kalem Suresi’nin 10. ve 15. ayetlerinde “alçak zorba” ve “soysuzlukla damgalanmış” deyimleriyle tanımlanan kişi, bu aynı Velid b. Muğire’dir. Anlaşılan o ki Muhammed, Kalem Suresi’ndeki bu tanımlamayı yeterli bulmayıp, bir de Müddessir Suresi’ne söz konusu ettiğimiz ayetleri koymuştur. Bu ayetlerin tamamı aynen şöyledir:

“Ben onu (Velid b. Muğire’yi), sekara (cehenneme) sokacağım. Sen biliyor musun sekar nedir? Hem (bütün bedeni helak eder, hiçbir şey bırakmaz) hem (eski hale getirip tekrar azap etmekten) vazgeçmez o. İnsanın derisini kavurur. Üzerinde on dokuz (muhafız melek) vardır. Biz cehennem işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkarcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık ki, böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensinler (inansınlar), iman edenlerin imanı artsın; hem kendilerine, kitap verilenler, hem müminler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ve kafirler de ‘Allah bu misalle ne demek istemiştir?’ desinler. İşte Allah böylece, dilediğim sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür” (Müddessir Suresi, ayet 26-31).

Görülüyor ki, bu ayetlere göre Tanrı, cehennem meleklerinin sayısını “19” olarak saptamıştır. Çünkü, istemiştir ki, bununla hem inkarcılar “imtihan edilmiş”olsun, hem kitaplılar (yani Yahudiler ve Hıristiyanlar) Kur’an’a inansın, hem Müslümanların imanları artsın, hem de “kitaplılar” ile “müminler” kuşkudan uzak kalsınlar! Ve yine istemiştir ki, Velid gibi “kalplerinde hastalık bulunanlar” ve “kafirler”, “Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?” diye kendi kendilerine sorsunlar!

Pek güzel, ama nasıl oluyor da “19” sayısı, Tanrı’nın bütün bu isteklerini ağlayabiliyor? Yani nasıl oluyor da “kitaplı‘ların ve “mümin’lerin imanını artırırken, “kafir”lerin soru sormalarına vesile yaratıyor? Daha başka bir deyimle cehennemde “19” muhafız meleği vardır diye neden dolayı “kitaplılar” Kur’an’a inansınlar ya da “mümin”lerin imanı artsın da, iş kafirlere gelince onlar, “Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?” diye kendi kendilerine sorsunlar? “19” sayısındaki sır ve anlam açıklanmadığına göre, pek doğal olarak “kitaplılar” ve “müminler” de aynı soruyu sormak zorunda kalmayacaklar mıdır? Elbetteki kalacaklardır; nitekim 1400 yıl boyunca herkes bu soruyu sorup durmuştur! Şimdi müminler bile, kendi kendilerine, “Allah bu örnekle ne demek istemiştir ki?” şeklinde soru sormakla, kafir olmuş sayılmayacaklar mıdır? Yoksa acaba Tanrı, müminlerden, her şeyi gözü kapalı şekilde kabul edip, hiç soru sormadan kendisine boyun eğmelerini mi beklemektedir? Eğer böyleyse, bu takdirde insan varlığını “akıl” ile yaratmış olmasının anlamı nedir?

Öte yandan yukarıdaki ayetlerde, “19”sayısının, inkarcıları sınamak için seçildiği belirtildikten sonra, şöyle deniyor:

“…İşte Allah böylece, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir…” (Müddessir Suresi, ayet 31).

Bu sözler Velid b. Muğire’nin, gerçek bir Müslüman olmayışıyla (ve onun gibi davranan diğer kafirlerlerin tutumlarıyla) ilgilidir. Ancak, dikkat edileceği gibi, Kur’an’ın bu hükmüne göre Tanrı, dilediğini sapıklıkta bırakan, yani “inkarcı ”yapan ya da doğru yola sokandır. Yani Tanrı, hem dilediği gibi kişileri -ki olayımızda bu Velid b. Muğire’dir- sapıklıkta bırakıp “kafir”lerden yapıyor hem de “kafir”dirler diye lanetleyip cehenneme atıyor! Böylece kendi kendisiyle çelişkiye düşmüş oluyor!

-İlhan Arsel (Kuran’ın Eleştirisi 1 s.85-86)

İslam’da çok eşlilik ve Muhammed’in 24 eşi

ilhan arsel seriat ve kadın muhammed cok eşlilik

ilhan arsel seriat ve kadın muhammed cok eşlilik

Müslüman erkeğinin dörder kadar evlenebilmesini sağlamak üzere, Muhammed, Kuran’a şu hükmü koymuştur.

“Hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç, ve dörde kadar evlenebilirsiniz.” (Nisa Suresi, ayet 3)

Bu hükmü daha da etkili kılabilmek amacıyla, fazla sayıda kadınla evlenmenin “fazilet” sayılacağı inancını yerleştirmiştir. Gerçekten de İbn Abbas’ın rivayet ettiği bir hadise göre, bir gün Sa’d bin Cubayr’e Muhammed, “evli misin?” diye sormuş ve ondan “hayır” cevabını alınca,

“Evlenmeye bak, çünkü inananlar arasında en makbul kişi fazla sayıda kadınla evli olan kişidir”

diye konuşmuştur.

Fakat bununla da kalmamış, bizzat kendisi iki düzineye yakın kadınla evlenmek, aynı anda 11 kadınla evli bulunmak ve buluşmak, ayrıca cariyelere sahip olmak suretiyle “faziletli” bir Müslüman görünmenin en kesin örneğini vermiştir. 63 yaşında iken öldüğü zaman dokuz kadınla evli bulunmaktaydı.

Her ne kadar İbn Sa’d ve ona Hişam bi Muhammed’den gelen haberlere göre Haris, Muhammed’in 15 kadınla evlendiği ve 13’ü ile zifaf olduğunu [gerdeğe girdiğini] bildirse de, Taberi’nin belirtmesine göre Muhammed’in evlendiği kadınların sayısı 24’ü bulmaktadır. Bunlar şunlardır:

1. Huveylid bin Esed bin Abdul’Uzza’nın kızı Hatice; 2) Ebu Bekir’in kızı Ayşe; 3) Zam’a bin Kays bin Abdişems bin Abdi Vedd el-Vudd bin Nasır’ın kızı Sevde; 4) Ömer bin Hattab’ın kısı Hafsa; 5) Ebu Ümeyye bin Mugire’nin kızı Ümmü Selime; 6) Haris bin Ebu Zirar’ın kızı Cüveyriye; 7) Ümmü Habibe; 8) Cahs bin Ribab’ın kızı Zeynep; 9) Ubeyd bin Kab’ın kızı Safiye; 10) Haris bin Huz’un kızı Meymune; 11) Rifaa’nın kızı Neşat; 12) Amr’ın kızı Şenba; 13) Cabir’in kızı Gaziyye; 14) Numan bin Esved’in kızı Esma; 15) Beni Kurayza’dan Zeyd’in kızı Reyhane; 16) Kıbt kavminden Mariya (cariye olarak kullanmıştır. İbrahim adındaki oğlu bu kadından olmuştur); 17) Huzeyme kızı Zeynep; 18) Dihye bin Halife Kelbi’nin kız kardeşi Şerafi; 19) Zayba’nın kızı Aliye; 20) Kays bin Ma’di Kerb’in kızı Kutayle; 21) Şurayh’ın kızı Fatima; 22) Huzeyl bin Hubeyre’nin kızı Havle; 23) Hazrec’in kızı Leyla; 24) Yezid’in kızı Umre.

Çok sayıda kadınla yaşam sürmesini eleştiri konusu yapanları susturmak için, bütün bu evliliklerini Tanrı’nın istek ve buyruklarına dayatmıştır. Rad Suresi’ne koyduğu ayetle Tanrı’nın, daha önceki peygamberlere “karılar” ve çocuklar verdiğini ve aynı şeyi kendisine yaptığını anlatmıştır. Ayet şöyle:

“(Ey Muhammed!) Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik, ve onlara da eşler ve çocuklar verdik…” (Rad Suresi, ayet 38)

Bütün bu kadınlar arasında Mariya ve Reyhane, Muhammed’in odalıklarından sayılır. Gaziyye’yi, zifaf [gerdek] gecesi yaşlı bir kadın olduğunu anladığı için, derhal boşamıştır. Şenba adındaki kadını ise, zifaf olacağı zaman hastalığı tuttuğu için koynuna almamış ve fakat bu sırada oğlu İbrahim’in ölümü üzerine Şenba “Muhammed Tanrı elçisi olsaydı oğlu ölmezdi” diye konuştuğu için derhal boşamıştır. Esma’yı da, sırtında lekeler gördüğü için boşamıştır.

Bütün bu yukarıdaki evliliklerini Muhammed, 25 yaşında iken evlendiği ve kendisinden 15 yaş büyük olan Hatice’nin ölümünden sonra yapmıştır.

-İlhan Arsel (Şeriat ve Kadın s.353-354)

İslam’da tesettür niye emredildi?

ilhan arsel seriat ve kadin tesettur ortunme nedeni

İlhan Arsel “Şeriat ve Kadın” tesettür örtünme nedeni

Tarihi gerçek odur ki, Muhammed kadının tanınmayacak şekilde örtünmesi gereğini Medine’ye hicret ettikten sonra yerlestirmistir. Daha başka bir deyimle, peygamberliğini ilan ettigi tarihten sonraki 15 yıl boyunca kadınların örtünmeleri konusunda bir şey düşünmemiştir. Bunun boyle olduğunu Ayşe’nin beyanlarından anlamak mümkündür. Daha henüz Medine’ye hicret tarihleri sırasında anlattıklarına göre o zamana gelinceye kadar Arap kadınları arasında kapanan yoktur. Gerçekten de o tarihlerde Muhammed ile birlikte Medine’ye gelen müslümanlar, bu şehirde hüküm sürmekte olan humma hastalığına yakalanmışlardı; onları ziyaret ederek hatırlarını soran ve bu arada babasının azad etmiş bulunduğu köle Bilal’i gören Ayşe şöyle der: “O zamanlar (biz kadınlara) çarşaf (ve peçe) gibi giysilere bürünme (ve kapanma) zorunluluğu yüklenmemişti” (Ibn Ishak, 280, 458). Demek istediği sey Muhammed’in daha henüz o tarihlerde Arap kadınına bu tür giysileri emretmemiş olmasıydı. Neden o zamanlar emretmemişti?

Çünkü o tarihlere gelinceye kadar buna kendi bakımından gerek görmemişti. Hatice ile evli bulundugu sürece esasen böyle bir emir veremezdi; Hatice’den çekinir ve onun böyle bir zorunluluğa boyun eğmeyecek kadar haysiyetli olduğunu duşunerek bunu teklif etmeye cesaret edemezdi.

Öte yandan Hatice, nispeten yaşlı bir kadındı, onu kıskanmak için de gerek yoktu. Fakat Hatice’nin ölümünden sonra durum değişmiştir. Evlendiği kadınlar genç ve güzel kadınlardır. Kıskançlık duygularını kabartacak durumlar doğmustur artık. Hiç kuşku edilemez ki, kadını tanınamayacak kılıklara tıkan çarşaf ve peçe felaketine mahkum kılan bizzat Muhammed olmuştur. Ve o bunu, her şeyden önce kendi kıskançlığını tatmin icin yapmıştır. Bunun böyle olduğunu ve kadının örtünmesinin Hicret’in 5. yılından itibaren uygulanmaya başlanmış olmasından anlamak kolaydır.

-İlhan Arsel (Şeriat ve Kadın s.332-333)

 

İslam’da büyü ve üfürükçülük

ilhan arsel muslumanlik sinavı tukuruk tedavisi

ilhan arsel muslumanlik sinavı tukuruk tedavisi

Soru 1 – “İslâm dini büyü ve sihre inanmaya, ya da üfürükçülük gibi şeylere (ve üfürükçülüğün tükürüklü ya da tükürüksüz uygulamasına) izin verir mi?”

Olasıdır ki böyle bir soruya: “Hayır, İslâm büyü ve üfürükçülük gibi ilkel şeylerle uğraşmaz, bunları bâtıl inançlar olarak reddeder.” şeklinde bir yanıt vereceksiniz. Ne var ki böyle bir yanıt verdiğiniz takdirde Müslümanlık sınavından sıfır almış olacaksınız. Çünkü Muhammed, gerek Kur’ân’a koyduğu âyet’lerle ve gerek kendi eylemleriyle üfürükçülüğün hem tükürüklü ve hem de tükürüksüz uygulamalarına, ve karşılığında ücret almağa izin vermiştir. Hemen ekleyelim ki Muhammed, her ne kadar bâtıl inançlara karşı imiş gibi görünmüş ve örneğin Kur’ân’a:

“Hak geldi, bâtıl’sa yıkılıp gitti. Kuşkusuz bâtıl yıkılıp giden türdendir.” (İsrâ sûresi, âyet 81)

ya da:

“Tanrı bâtıl’ı yok eder ve hak olanı sözleriyle yerleştirir…” (Şûrâ sûresi, âyet 24; ayrıca bkz. Sebe’ sûresi, 49; Enbiyâ 18, Kehf 56; vb…)

Şeklinde âyetler koymuş ise de, her hususta olduğu gibi bu hususta da söylediklerinin tersi olan şeyleri yapmaktan geri kalmamıştır. Kâ’be’deki “Kara Taş’ı” (Hacer-i Esved’i) öpüp okşaması ve bu taşı ilâh niteliğinde kılması ve Müslümanlar için tapınak yapmasından, ya da Mina dağı’nı sağ tarafına alarak “Cemre” mahallinde yedi çakıl taşı atmak sûretiyle şeytanları kaçırtmağa çalışmasından tutunuz da, hastalıkları tükürüklü ve tükürüksüz üfürük usûlleriyle tedavi yolunu seçmesi ve başkalarına da bu şekilde yapma iznini vermesi, Muhammed’in bâtıl’a olan bağlılığının nice örneklerinden bazılarıdır. Konu’yu “Kur’ân’ın Eleştirisi 1” ve “Muhammed’in Bâtıl’a inanmışlığı” başlığı altında ayrı bir yayın olarak ele almakla beraber burada, üfürükçülük konusunda getirdiklerine kısaca göz atacağız.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki Muhammed, hastalık ve rahatsızlıkların “nefes”, “büyü” ve “üfürük” usûlleriyle giderilebileceğini söyler, ve bu usûllerin, Tanrı tarafından kendisine özellikle Felak ve Nas sûreleri olarak bildirildiğini eklerdi. Felâk sûresi’nde şu yazılı:

“Ey Muhammed! De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçülerin şerrinden, ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım.” (Felâk sûresi, âyey 1-5).

Nâs sûresi’nde de şu var:

“Ey Muhammed! De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve şeytanın şerrinden insanların Rabbi’ne… sığınırım.” (Nâs sûresi, âyet 1-6).

Kur’ân’daki bu iki sûre, “Muavvizeteyn sûreleri” diye bilinir ki “Koruyucu” anlamına gelir, ve genellikle şifa maksadıyla okunur. Böyle olmasının nedeni, Muhammed’in bu âyet’leri bu doğrultuda olmak üzere kendisi için uygulamış olmasıdır. [Bâzı kaynaklar buna “El-İhlâs” sûresi’ni da katarlar; bu sûre Tanrı’nın tek ve doğmamış ve doğurmamış olduğunu anlatmaktadır]. Ve yine İslâm kaynaklarının bildirmesine göre Muhammed, bu üç sûre ile “nefes” edermiş; her gece yatarken, ve özellikle rahatsızlık hissettiği zamanlar, bu yukarıdaki sûreleri okur, okurken de ellerine üfler ve sonra ellerini, başından ve yüzünden başlayarak bütün vücudunu sıvarmış (mesh’edermiş) ve bunu üç kez arka arkaya tekrarlarmış. Kendisini ölüme götürecek hastalığa yakalandığı zaman, bu işi kendi başına yapamayınca, Ayşe’nin kendisine yardımcı olmasını ister olmuş. Daha başka bir deyimle Ayşe, Muhammed’in nefes ettiği bu Muavvize sûrelerini kendisine nefes eder, ve sonra hastalıktan kurtulması için onun eline üfleyip, yine onun kendi eliyle vücudunu sıvarmış (mesh’edermiş).

Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, İslâm kaynaklarına dayalı olarak insanlarımıza bellettiği şekliyle Ayşe’nin konuşması şöyle:

“…Resûlullâh her zaman hastalandığında Muavvize sûrelerini okuyup kendi (elleri)ne üflemek (ve ondan ifâkat için/hastalıktan kurtulmak için) eliyle vücûdunu sıvamak i’tiyadında (alışkanlığında) idi. Sebeb-i vefâtı olan hastalığa tutulunca Resûlullâh’ın nefes ettiği Muavvize sûreleriyle ben de kendisine nefes etmeğe (ve hastalıktan kurtulması niyetiyle) eline üfleyip kendi eliyle vücûdunu mesh’etmeğe başladım.” [Bkz. Sahih-i Buharî Muhtasarı… (Diyânet Yayınları, Cilt 11, sh. 10 ve d. Hadîs no. 1664). Ayrıca benim “Kur’ân’ın Eleştirisi 1” adli kitabıma bakınız.].

Hastalık ya da rahatsızlık gibi hallerden kurtulmak için Muhammed’in bulduğu bu üfürükçülük uygulamasına vesile olan olaylar, şaşkınlığımızı biraz daha arttıracak niteliktedir. Gerçekten de, İslâm kaynaklarından bir kısmına göre, güyâ Cibril, bir gün Muhammed’in yanına gelerek ona uyanık olmasını ve çünkü İfrit’in (ki Cin’lerin en tehlikelisi olarak bilinir) kendisine kötülük yapacağını haber verir ve yatağa girdiği zaman Tanrı’ya sığınması için yukarıda değindiğimiz sûreleri okumasını söyler. Güyâ Muhammed, Cibril’in bu dediğini yapmak sûretiyle tehlikeden kurtulmuş olur.

İslâm kaynaklarından diğer bazılarına göre, söz konusu sûre’lerin inişine sebep olan olay, Yahudi’ler tarafından Muhammed’e büyü yapılmasıyla ilgilidir ki, kısaca şöyle özetlenebilir: Muhammed bir gün rahatsızlık hisseder; yemek yiyemez ve cinsî münasebette bulunamaz. Fakat az geçmeden Cibril ve Mikail adiyle bilinen iki melek gelip Muhammed’e, rahatsızlığının nedenini bildirirler; ve anlatırlar ki Yahudi’ler, Lebîd İbn-i A’şam adındaki bir büyücüye para vermişler ve Muhammed’i büyülemesini istemişlerdir. Ve onların bu isteği üzerine büyücü, bir ipe on bir düğüm atmış, ayrıca da saç ve sakal tarantisi ile erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığını koyarak bunu bir iple “Zervan” kuyusuna indirmiştir. Ve işte Muhammed’in yemek yiyemeyip, cinsî münasebette bulunamamasının nedeni, bu büyü’dür. Cibril ve Mikail bunu anlattıktan sonra Tanrı’nın kendisine şifa gönderdiğini bildirip giderler. Bir rivâyete göre güyâ Cibril, kuyu’daki ipin çıkartılmasını istediği için; Muhammed, Ali’ye emir verir ve ipi kuyudan çıkartıp düğümlerine çözdürtür; böylece büyü ve sihir bozulmuş olur. Bir başka rivâyete göre, yanına bir kaç kişiyi alarak kuyu’nun bulunduğu yere gider ve kuyuyu kapattırır [Bu konuda bkz. Sahih-i Buharî Muhtasarı… (Cilt VIII, sh; 471, Hadis no. 1312; ve Cilt 9 sh. 52, Hadis no. 1352); Ayrıca Benim “Kur’ân’ın Eleştirisi 1” adli kitabıma bakınız.].

Şunu da ekleyelim ki Muhammed, ara sıra başında ağrı hisseder ve bu ağrı’nın kendisine yapılan sihir ve büyü’den geldiğini söylerdi. Baş ağrısını gidermek için, bir yandan yukarda değindiğimiz âyet’leri okur ve özellikle: “… düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden… Rabbime sığınırım” (Felâk sûresi, âyet 1-5) âyeti’ni tekrarlar, fakat diğer yandan da başından hacamat olurdu. Fakat bunu da yeterli bulmaz, bir de “avce hurması” diye bilinen meyve’den yerdi. “Avce hurması” denen şey (ki Türkçe’de karşılığı “Balçık hurma” oluyor) Medine’de yetişen hurmaların en lezzetlisi olarak biliniyor; güyâ Cennet’ten gelmedir. Muhammed’in söylemesine göre bu hurma ağacı’nın meyvesi, insanları sihir ve büyüden kurtarmağa yeterlidir. Bunu anlatmak için şöyle demiştir:

“Her kim sabahları aç karnına yedi tâne Avce hurması yerse, o gün içinde o kimseye ne sem (zehir), ne sihir zarar vermez.” [Bkz. Diyânet yayınları, Sahih-i Buharî Muhtasarı… cilt 11, sh. 393. Hadis no. 1863]

Avce hurmasının insanları sihre karşı koruduğuna öylesine inanmıştı ki, bu hurmayı ağzında çiğnem yaptıktan sonra yeni doğan çocukların ağzına çalar ve bereket duâ’sında bulunurdu. Böylece o çocuğa büyü ve sihir gibi şeylerin tesir etmeyeceğini düşünürdü. Bundan dolayıdır ki kadınlar, yeni doğan çocuklarını Muhammed’e getirirler, ve o da çocuğu üfürür, ve ağzında çiğnediği hurmayı çocuğun ağzına tükürürdü. Diyânet yayınlarında, Esma adındaki bir kadının şöyle konuştuğu yazılı: “Ben Abdullah’ı (Medine’de) doğurdum. Sonra (çocuğu Resûlullâh’a) getirdim de kucağına koydum. Bunun üzerine Resûlullâh bir hurma istedi. Onu çiğneyip çocuğun ağzına tükürdü. Bu suretle oğlumun midesine ilk giren şey Resûlullâh’un tükürüğü oldu. Sonra Resûlullâh hurma çiğnemini çocuğun damağına koydu. En sonra çocuğa duâ buyurdu, bereket ve şahadet temenni eyledi.” [Diyânet yayınları, “Sahih-i Buharî Muhtasarı…, cilt 10, sh. 116 hadis no. 1558]

Yine İslâm kaynaklarından öğrenmekteyiz ki Muhammed, çeşitli hastalık ve rahatsızlıkları okuyup üfürerek tedavi yollarına gider, “tükürüklü üfürük” ya da “tükürüksüz üfürük” usulleriyle iş görürdü. Tükürük kullanırken buna toprak karıştırdığı da olurdu. Toprak olarak Medine toprağını kullanırdı; çünkü Medine toprağının “şerefli” ve “bereketli” olduğunu söylerdi. Şöyle yapardı: Şahadet parmağına tükürür, sonra tükürüklü bu parmağını toprağa sokar, ve parmağına bulaştırdığı toprakla hastayı sıvardı [Bkz. Diyânet Yayınları, Sahih-i Buharî Muhtasarı… cilt 12, sh. 92].

Göz ağrısı gibi hastalıklar için, topraksız tükürüklü üfürük usullerine başvururdu. Örneğin Hayber seferinde Ali’nin, göz ağrısına yakalandığını öğrenince hemen yanına getirtmiş, ve gözlerine tükürmüştür. Kaynakların bildirmesine göre güyâ Ali’nin gözleri hemen iyileşmiştir [Bkz. Diyânet Yayınları, Sahih-i Buharî Muhtasarı… cilt 8, sh. 34, Hadis no. 1236].
Buna karşılık kulak ağrılarını, yaraları (özellikle kılıç yaralarını), kırıkları, ya da akrep, yılan, böcek sokmasından doğma zehirlenmeleri, göz değmesini, ve benzeri rahatsızlıkları, tükürüksüz üfürükle (nefes’le) ve okuyarak tedavi usûllerini getirmiştir. Örneğin Hayber seferinde bacağından vurulan Seleme’yi (Ekva Oğlu), üç kez üfleyip okumak sûretiyle iyileştirdiği söylenir! Sarılık belirtisi görülen kimseleri de okuyup üfleyerek tedavi ettiğini söylerdi. Ayşe’nin bildirmesine göre Muhammed: “göz değmesine karşı tedavi için okuyup üflemeyi” emretmiştir [Bu konuda Buharî, ya da Müslim gibi temel kaynaklar için bkz. Turan Dursun, “Tabu Can Çekişiyor: Din Bu”, İstanbul, Kaynak Yayınları, 3.Baskı, sh. 134 vd.].
Üfürük’le tedavi usullerini Muhammed, sadece kendisine haşretmiş değildir. Başkalarına da, bu şekilde hareket edebilmeleri, hattâ bu sayede kazanç edinip geçimlerini sağlayabilmeleri için izin vermiştir. Üfürükçülükle uğraşanların kazancından kendisine pay aldığı olurdu. İslâm kaynaklarından alınma örneklerden biri şöyle:

Salt Oğlu Hârice’nin amcası olan İlâka adında biri Müslümanlığı kabul ettikten az sonra, Muhammed’in yanına gelerek, deli ve cinnet getirmiş bir kişi’yi, Fatiha sûresi’ni okuyarak ve üfleyerek tedavi ettiğini, ve karşılığında yüz deve aldığını söyler. Muhammed kendisine, deli’yi tedavi ederken Fatiha sûresi’nden başka bir şey okuyup okumadığını sorar. Ve ondan: “Hayır, Fatiha sûresi’nden başka bir şey okumadım.” yanıtını alınca, bu şekilde üfürükle tedavinin ve üfürük karşılığında yüz koyun kazanç edinmenin hak ve helâl olduğunu, yeminler ederek bildirir; şöyle der: “Canım üstüne ant içerek söylerim ki sen hak olan bir üfürükle tedavinin karşılığını alıp yiyorsun.” [Ebû Dâvut ve Ahmed İbn Hanbel gibi temel kaynaklardan alınma bu örnek için bkz. Turan Dursun, “Tabu Can Çekişiyor: Din Bu”, İstanbul, Kaynak Yayınları, 3.Baskı, sh. 139-140].

Görülüyor ki Muhammed, Kur’ân’dan âyet’ler okuyarak üfürükçülük yapmanın ve bu yoldan kazanç sağlamanın İslâm’a uygun olduğunu söylemekte. Fakat bununla da kalmamış, bir de kendisi, bu şekilde kazanç sağlayanların kazancından pay almıştır. Bu konuda, yine Buharî ve Müslim kaynaklarından alınma şu örneğe göz atalım: Muhammed’in yakın arkadaşlarından Ebû Said Hudri, başında bulunduğu çetesiyle birlikte ganimet edinmek üzere yola çıkar. İlk konakladıkları yerde bir kabileye rastlarlar ki telaş ve üzüntü içerisinde bulunmaktadırlar. Çünkü Kabile’nin başkanını akrep sokmuştur, ve hiç kimse ne yapılması gerektiğini bilememektedir. Durumu gören Ebû Said, kabile başkanını tedavi edebileceğini, fakat bunu ücret karşılığında yapacağını söyler. Pazarlığa girişirler ve bir koyun sürüsü bedel üzerinde anlaşırlar. Bunun üzerine Ebû Said, kabile başkanını karşısına alır, ve Kur’ân’dan Fatiha sûresi’ni okuyup üfürmeğe başlar. Güyâ kabile başkanı iyileşmiş olur. Bu işin karşılığı olarak Ebû Said, antlaşma gereğince bir koca koyun sürüsünü alıp arkadaşlarıyla birlikte yola koyulur. Fakat çete mensupları, köyün sürüsünün bir an önce aralarında paylaştırılmasını isterler. Ne var ki paylaşım konusunda aralarında sorun çıkar. Anlaşmazlığa çözüm bulmak üzere Muhammed’e başvurulur. Olan bitenleri dinledikten sonra Muhammed, akrep sokması yüzünden hastalanan kabile başkanının üfürük usûlleriyle tedavi edilmesini çok yerinde bulur, ve bu tedavi karşılığında ücret olarak alınmış olan koyunların, bölüştürülmesine karar verir, fakat kendisine de bir pay ayrılmasını ister. Şöyle der: “(Bu tedavi ve ücret işinde) Çok iyi etmişsiniz. Koyunları şimdi paylaştırın ve benim payımı da ayırın…” (Buharî’nin e’s-Sahih, Kitabu’t-Tıbb, ve Müslim’in e’s-Sahih, Kıyabu’s-Selâm da bulunan bu hadisler, ve yukarıdaki alıntı için bkz. Turan Dursun, “Tabu Can Çekişiyor: Din Bu”, İstanbul, Kaynak Yayınları, 3.Baskı, sh. 136].

Yukarıya aldığımız bir kaç örnekten anlaşılacağı gibi Muhammed, üfürükçülüğün çeşitli uygulamalarına kendinden örnekler verdikten gayri, ücret karşılığında üfürükçülük yapılmasına izin vermiştir: yeter ki üfürükçülük Kur’ân’dan âyet’ler (özellikle Fatiha sûresi) okunarak yapılmış olsun. Daha başka bir deyimle, eğer hastalığı tedavi için, Kur’ân’dan okuyup üfleme usûlu uygulanacak olursa, bu caiz’dir; bunu karşılığında ücret alınabilir. Yok eğer üfürükçülük Kur’ân’dan başka bir şey okunarak yapılırsa geçersizdir, ve böyle bir tedavi bâtıl bir tedavi sayılır. Şunu da ekleyelim ki Muhammed, üfürüklü tedavi usûllerini “asılı hayvanın zehrinden nefes edilerek” yapılmasına da izin vermiştir. Nitekim Muhammed’in karılarından Ayşe şöyle demiştir: “Nebî… her asılı hayvanın zehrinden nefes edilerek Şifâ dileğine müsaade buyurdu.” [Bkz. Diyânet Yayınları, Sahih-i Buharî Muhtasarı…, Cilt 12, sh. 87 Hadis no. 1929; ve sh. 91 Hadis no. 1934].